Uzun yıllar boyu başarılı olduğunu düşündüğüm insanların şu veya bu adımları attıkları, doğru yolu takip ettikleri veya fırsat kapılarını çaldığı için başarıya kavuştuklarını düşündüm. Başarı kelimesine nasıl bir anlam yüklediysem? Aslında en büyük başarının hayattan keyif almak olduğunu ve o kişilerin ‘hayattan keyif alabildikleri’ için benim ‘başarı’ diye nitelendirdiğim şeyleri kendilerine çektiklerini göremedim.
Bu öğretilerle tanıştıktan sonra da ancak bu öğrendiklerimi yaparsam istediklerime kavuşurum diye düşündüm bir süre. Sabah kalk şükret, sonra otur vizyonla, vizyon panosuna resimler yapıştır sabah ilk onları gör, olmadı piramit yap, olmadı şunu yap, olmadı bunu yap… Eee, bunların hiçbirisini yapmayıp istediklerini elde edenler nasıl elde ediyordu o zaman? Ne farkları vardı? Sonra anladım ne farkları olduğunu, sadece BAKIŞ AÇILARI.
Babam bana hayattan şikayet ettiğim zamanlarda hep “Of deme kızım, oh de” derdi. Hayattan keyif almayı bilir ve severdi. Şimdi tüm bunları öğrendikten sonra geriye dönüp baktığımda görüyorum ki; hayatının çoğu alanında evrensel işleyişle uyumlu yaşamış ve o sayede o alanlarda istediği hayatı yaratmış.
Hepimiz bu işleyişi bilerek dünyaya geliyoruz aslında, bize hizmet etmeyen kararlar almadığımız sürece hepimizin doğal hali keyifli olmak. Olduğumuz anın içinde keyif almayı önceliğimiz haline getirdiğimizde istediğimiz hayatı da rahatlıkla yaratabiliyoruz.
Öğrendiğim o kadar şeyden sonra şunu anladım ki; aslında yapılacak çok şey yokmuş. Sadece hayattan keyif almayı öncelik sırasına almak ve içimizdeki sese kulak vermek.
20.08.2011 tarihinde Profesör Tuncay Saydam Ayşe Arman’la yaptığı röportajda yaşadığımız anı su damlasına benzetmiş, keyif almanın ve içimizdeki sese kulak vermenin önemini o kadar güzel anlatmış ki, röportajı burada paylaşmak istiyorum. Tuncay Saydam 50 yılını çok saygın bilimsel kuruluşlarda ciddi araştırmalar yaparak geçirmiş bir profesör. Ben kendisini ilk kez bu röportajda tanıdım ama bir bilim adamının evrenin işleyişini bu kadar güzel ifade etmesi beni çok etkiledi ve ilham verdi. Kendisine buradan teşekkür ediyorum ve vesile olduğu için Ayşe Arman’a da.
Sizleri röportajın tamamıyla baş başa bırakıyorum…
Siz kararlarınızı nasıl alıyorsunuz Aklınızla mı içgüdülerinizle mi?
Profesör Tuncay Saydam. Yaşsız, muhteşem bir adam. İçinden hayat fışkırıyor. Geçen gece Bodrum’da bulunduğum yere Hawai gömleğiyle geldi, enerjisiyle hepimizi hayran bıraktı. Hayatının 50 yılı ciddi bilimsel kurumlarda bilimsel araştırmalar yaparak geçmiş. Şimdiye kadar neler yaptığını duyunca hazırolda durmak ihtiyacı hissediyorsunuz. Ve o adam, “Ben hayatım boyunca bütün önemli kararlarımı içgüdülerimle aldım” diyerek şaşırtıyor!
– Ne şahane bir tanım bu! Ama internet sizi, sadece Rönesans insanı ya da bilim adamı olarak tanımlamıyor…
– Sen okuduğun her şeye inanma! Ama evet, ‘60 yılında Teknik Üniversite’de başlayan maceram, Teksas Üniversitesi, London Bussiness School, Harvard, Boğaziçi, Zürih Politeknik ve Lozan Politeknik filan falan derken 50 yıl sürdü. Profesörlükler, dekanlıklar, bölüm başkanlıkları…
– İnsan bunları duyunca ‘hazırol’a geçiyor!
– Deli misin? O içtiğin şeyin içinde Bodrum mandalinası var. Hazırola geçeceksen, doğanın muhteşemliği karşısında geç…
– Bir sürü büyük başarı kazandınız, önemli kararlara imza attınız. O kararları hep aklınızla, mantığınızla mı aldınız?
– Ne münasebet! Hayatım boyunca benim için önemli bütün kararlarımı, içgüdülerimle aldım. Şimdi geriye bakıyorum da, iyi ki öyle yapmışım. İç sesler, dürtüler, rüyalar, tüm bunların bizi nereye götürdüğü fevkalade önemli. Ben duygularımı ciddiye alırım. Birini sevdimse mesela hemen belli ederim, duygularımı gösterme konusunda hiç cimri değilim, resim yaparken ağlarım, klasik müzik dinlerken de. Ama aklımla hareket ederken, terziler gibi iki defa ölçer, bir defa keserim. Yine de bütün önemli kararlarımın arkasında içgüdülerim var. Bak sana bir hikaye anlatayım: 10 buçuk yaşında babamı kaybettim ben. Ne halt edeceğimi bilmiyorum, hayatım kaydı diye düşünüyorum. Korkunç bir travma. Para yok, sefillik diz boyu, sırtımı yaslayacağım kimse yok. İzmirliyim. Oltamı aldım, deniz kenarına gittim. Bari balık tutayım da, anneme para götüreyim… Geleceğe korku içinde bakan, yoksul, zavallı bir çocuk. O da ne! Önümden bir yelkenli geçiyor. Şahane bir kotra. Beyaz. Ve inanmayacaksın ama içinde bir çocuk var, ben yaşlarda, eliyle işaret ediyor, “Gel” diyor, Allah Allah, arkama bakıyorum, sağıma soluma bakıyorum, resmen bana diyor. Arkasında iki kişi daha var, annesi ve babası gibi duruyor, beni çağırıyorlar…
– Ne yaptınız?
– Atladım suya, yüzerek o tekneye çıktım. Şimdi sence ben bu kararı nasıl aldım? Aklımla mı? Kesinlikle hayır. Kalbimle aldım. İçgüdülerime kulak verdim. Bir ses, “Atla denize, yüz o tekneye, senin için iyi olacak” dedi.
– Oldu mu?
– Hem de nasıl. Aile Amerikalıydı, çocuğun adı Andy. En yakın arkadaşım oldu. Aylardan Hazirandı, üç ay sonra neredeyse Andy kadar İngilizce biliyordum. Ve o İngilizce sayesinde iyi okullara girdim. Bir şekilde hep kapılar açıldı önümde. Beni evlat edindi o aile. Bu olay, hayatımı değiştiren en önemli şeydir.
– Başka böyle hikayeler…
– Kitaplar her şeyim. Çok okurum. Birkaç dilde, aynı anda. 11 yaşında matematik öğretmenimin oğluna ders vermeye başladım. Adam bana öğretiyordu, ben oğluna. Sonra para vermeye başladı. İstemedim almak. “Sen öğretmensin, tabii ki alacaksın” dedi. O zaman anladım ki, öğretmenliğin yaşı yok, bazıları da dünyaya öğretmen olarak geliyor. Kazandığım paralarla ne yapmam gerektiğini düşünürken, yine içgüdülerim devreye girdi, “Kitap al” dedi. Kitapsız ve müziksiz bir evde büyümüştüm. Al sana başka bir hikaye… 18 yaşında Teknik Üniversite’de okurken Almanya’ya staja gittim, kadınları da hep sevdim, her zaman bir şekilde kız arkadaşım oldu. İşte o yaz, Almanya’da, kolumda Alman sevgilim, sokaklarda gezerken, birden bir müzik duydum. Plak satan bir dükkandan geliyordu. Hayatımda ilk defa duyduğum bir müzik. Durdum, kıza da, “Dur ve dinle” dedim. Sonra içeri girdim, “Bu çalan nedir?” dedim. “Brahms’ın ikinci senfonisi” dediler. Klasik müzikten hiç anlamazdım ama o günden beri artık hayatımda. O sırada bir de hayat dersi aldım.
SEN BİR CEP TELEFONUSUN
– Nedir?
– Alıcılarımız her zaman aktif. Vericiden bir uyarı geldiği zaman, o uyarı ruhumuzu titretir, mesele o uyarıya açık olmak…
– Anlamadım…
– Ayşe, sen bir cep telefonusun. Bir sürü sinyal dolaşıyor etrafında, milyonlarca. Ama bir tanesi, sana öyle bir geliyor ki, birden bire titreşiyorsun. Buradan çıkan sonuç şu: Bu hayatta ruhunu titreştiren her şeyi yap! Düşünme bile. Ben yaptım, ruhumu titreten her şeyin peşinden gittim.
– Peki hiç pişman olmadınız mı?
– Muhtemelen olmuşumdur.
Ama pişmanlık duygularını zaman ötesine taşımam.
– Nasıl yani?
– Geri bakıp, “Ah şöyle olsaydı, keşke böyle yapsaydım” demem. Bir şey istediğim gibi olmadı mı, n’apalım, daha önümde zaman var derim. Hakikaten de zamanla olur.
– Sizin için hayat ne ifade ediyor?
– Ben ciddi bilimsel bir eğitim aldım. Ve gerçekten ciddi kuruluşlarda bilimsel eğitimler verdim. Bilimin temel yapı taşlarını, matematiğinden Kuantum fiziğine, astrofizikten bilgisayarların derinliklerini bilen biriyim. Şimdi iyi dinle beni: Ne kadar derine gidersen git, yaşam, sürekli çözülmeye hazır bir yumak gibidir. Yaşamın bilinmeyenleri hiçbir zaman bitmeyecektir, bitmez. Amaaa yaşamın bütün güzelliği de işte o bilinmeyenlerindedir. Ve o laf
var ya, hepimizin bildiği ‘anı yaşa’, fevkalade önemlidir…
– Carpe diem…
– Evet. Yaşamın bu anı dediğimiz şeyin içinde, bütün geçmişin olduğu gibi, bütün insanlığın geçmişi de vardır. Ama aynı zamanda o anın içinde, geleceğin belirtileri ve bütün beklentileri de vardır. Su damlası gibi her şeyi içerir o an. Geçmiş de, gelecek de o anın içindedir.
– İnsan öğrendikçe neyi bilmiş oluyor?
– Yaşamın ve evrenin ne kadar muhteşem olduğunu. Aslında mesele kafamızdaki evreni yakalamak. Bilgi, öğrenme, deneyim tüm bunlar insanı ve dolayısıyla kendimizi daha iyi anlamak için. Bildikçe zenginleşirsin ama ne kadar az şey bildiğini de fark edersin. Bizler tabii Picasso değiliz. Ona sormuşlar “Nasıl buluyorsunuz bu kadar yeni tekniği?” “Onlar beni buluyor” demiş. İç seslerimiz ve içgüdülerimiz zannettiğimizden daha çok işe yarıyor.
– Kulaklarına küpe olsun diye genç insanlara söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?
– Var, var. Yaşamdan korkmasınlar. Geleceği umutla baksınlar. Ve hiç unutmasınlar: Çalışmaktan, üretmekten daha güzel hiçbir şey yok bu. Ürettiklerini de hiçbir şekilde saklamasınlar, her şeyi paylaşsınlar, aşklarını, servetlerini… Yaşamın en güzel yanı paylaşmak.
– Siz ölüm korkusundan nasıl kurtuldunuz?
– Ölümü bilen yok. Kimse gittikten sonra geri dönüp bize bir şey anlatmıyor. Orası karanlık, mistik bir alan. Ama hayatın
güzelliği de demin söylediğim gibi o mistik alanda gizli, bilinmeyende. Dindar bir insan değilim ama inançlıyım. Bilime inanırım. Ama bilmediğim şeylere de inanırım. Evrenin nasıl bu kadar kompleks yaratıldığı ve dengede durduğu emin ol bilim tarafından da yüzde 100 açıklanmış değil. Amaaaaa… Ben ölümden korkmam arkadaş çünkü yaşamdan da korkmuyorum. Bence kimse korkmasın!
Olaylara, sadece seyirci kalırsak, yani televizyon izler gibi yaşarsak, yaşama hiçbir katkıda bulunamayız. Yaşama olan katkımız, yaşımız ne olursa olsun, yazıyla, sözle, zaman zaman kavgayla, paylaşmakla olur. Bunun da yaşı yoktur. Bir şeyi yapmak için ne erkendir ne de geç. Yeter ki içimizde o işi yapmak için enerji bulalım, harekete geçelim. Birçok insan, enerji bulur ama sonra öyle mi olur böyle mi, diye sürüncemede bırakır, vazgeçer. Yanlış! Vazgeçmemeli. O ses geldiğinde mutlaka devam etmeli. Korkmadan, cesurca…
alıntıdır
Pazar günü bir cafede tesadüfen tanıştım Tuncay Bey’le . Hayata bakışı , bilgisi herşey dolu dolu. Çok keyifli bir sohbetti.