Nefes Terapisi Deneyimi

Nefes çalışmalarına başladığım günden beri, nefes terapisi deneyimini sözcüklere dökebilme arzusundaydım. Fakat bir türlü başaramadım. Çünkü sonuçta her sözcük bizim kendi filtremizin ve algılayışımızın bir yansıması. Ne şekilde tarif edersem edeyim, tam olarak anlatamayacağımı düşünüyordum. O yüzden de bir türlü yeltenmedim.

Nefes terapisinin bedenimize ve hayatımıza kattıklarını anlatmaya çalıştım sadece. Fakat tüm bu artılarının yanı sıra, bir de deneyimin kendisinin bir güzelliği ve keyfi vardı. Yani hayatımıza hiç bir extra yarar sağlamıyor olsaydı bile, sırf nefes seansı almanın keyfi için nefes seansı yapılır bence.

Hani ağzınıza bir parça çikolata atarsınız ve o çikolata ağzınızda erirken siz de her şeyi unutur ve aldığınız keyfe odaklanırsınız. Çikolata yemek yararlı mıdır, değil midir, bilmiyorum. Kimi uzmanlar yararlıdır diyor, kimisi değil. Sonuçta ne olursa olsun, çok keyifli olduğu kesin 🙂  Anlatmak istediğim tam da böyle bir şey işte.

Nefes seansı yapmanın kendisi zaten inanılmaz keyifli bir şey. Anda kaldığınızı, hiçbir şeye aslında ihtiyacınızın olmadığını ve sadece var olduğunuz için istediğiniz her şeyin zaten sizde olduğunu fark ettiğiniz anlardan birisi.

Nil Karaibrahimgil’in 26 Ağustos 2013 tarihli yazısını okuduğumda: “İşte” demiştim. “Nefes seansında yaşanan deneyimin çarpıcı bir anlatımı”. Gerçi o bu hissi bambaşka bir deneyim sırasında yakalamış ama hissedilenler neredeyse aynı ve ben bu kadar şiirsel bir dille anlatamazdım. O kadar şarkı yazan birisiyle, aramızda bu kadar fark olsun canım…

Anlatımın akışını ve şiirselliğini bozmamak için yazıyı tamamen buraya alıyorum. Sadece ‘tam da, bu işte’ dediğim cümleleri koyu renk yaptım. Onlara dikkatinizi daha fazla vermenizi rica ederim.

Sadece var olmayı başardığım an

Gece saat neredeyse 1… 6 kişi denizde, küçük bir botta gidiyoruz.

Yemekten çıkmışız.

Gökyüzü kapkaranlık, gökyüzünde sanki Fairuz çalıyor.

Ay bembeyaz kocaman, ayın denize vuruşunda sanki bir kadın arp çalıyor.

Yanımızda dağlar var, Nirvana unplugged çalıyor onlar.

Ay dağları aydınlatıyor. Bach’tan “Ich Habe Genug” (bendeki bana yeter) çalıyor.

Hepsini toplasan, sanırsın Erkan Oğur’un “Hiç” albümü çalıyor.

Öyle bir yerdeyiz ki, hiç de burada hep de.

Motor sesi dışında pek ses yok.

Sadece hayranlık cümleleri. Teslimiyet cümleleri. Dünyanın kapkara saçlarını açıp, parlak ay küpesini takınca ne kadar güzel olduğuna dair iltifat cümleleri.

Doğa karşısında toz oluşumuzun idrakiyle gelen bir sükunet…

Derken kaptan, motoru da kapadı… Denizin ortasında duran bir bot olduk… Sonra olanlar oldu.

Birimiz dayanamayıp bütün bu saydıklarımın içine atladı. Suya atladı! Kıyafetleriyle!

“Kıyıya kadar bekle” diyenlere, “O zaman hiçbir anlamı olmaz” dedi. Haklıydı da. Kıyı da kıyafetler kadar anlamsızdı böyle bir büyülü anın ortasında.

Kıyıya kadar beklemekle, şu an suya atlamak arasında dağlar kadar fark vardı. Ve o dağlar tam karşımızda bize bakıyordu.

Suya atlayanın cesaretine nefesler tutuldu önce, sonra hepimiz teker teker suya atladık. Üstümüzdekilerle. Hiç hesaplar yapmadan. Hiç sarhoş değildik. Cin gibi ayıktık.

Olayın açıklaması bu kadar basitti: Biz altı kişi olağanüstü bir ana şahitlik yaparken, bununla yetinmeyip, onun içinde erimek istedik.

Efervesan tabletler gibi, o anda suyun içine kendimizi bırakışımız bundandı.

Su ılıktı. Birimize göre tıpkı hava gibi ‘yok’tu. Öyle hafif bir suydu ki, kendini sırtüstü bıraksan, seni yatağına taşıyan anne gibiydi.

Yüzümüze hafif bir rüzgar vuruyordu. “Su biter ben başlarım” diye hatırlatma yapan bir rüzgar.

Öyle bir şey hissettim ki, öyle bir bütünleşme… Kelimelerim burada kifayetsiz kalacak. Ama size anlatmak için yanıp tutuştuğum için ağzımda bir şeyler geveleyeceğim…

Hissettiğim şeyde ben yoktum. Ben bir gözdüm sanki. Ya da sadece nefes. Ben bildiğim benden çıktım. Tek bir şeye indim.

O tek bir şey, diğer şeyleri yakinen tanıyordu. Suyun akışını, kayaların sertliğini, altından geçen, teninde kıpırdayan binlerce canlıyı, rüzgarı, ayı, yıldızları çok iyi biliyordu.

Hepsinin dilini konuşan bir tercüman gibiydi o dönüştüğüm ‘tek şey’.

Suda altı arkadaş, bir su balesi takımı gibi, sırt üstü yüzüyorduk.

Sırt üstü yüzmez de yüz üstü dönersen, hem ayı göremiyordun hem de kıyıyı görüyordun uzakta hayal meyal.

Derhal kafamızı oradan çevirdik. Çünkü biz, ne yaşadığının gayet farkında olan altı kişiydik.

Ne ‘kıyıya yüzmeyi’ amaç edinmek, ne de ‘uzak’ gibi kelimeler duymak istiyorduk.

Biz sadece, o an orada ‘olmak’ istiyorduk. O ‘anın’ parçası olmak istiyorduk.

Hedefler ve sıfatlar bizi batırırdı, üşütürdü, ürkütürdü, yarıştırırdı, etrafın şaheserinden koparırdı.

Bu tuzağa düşecek kadar aptal insanlar değildik.

Sadece tek bir kural koyduk : Bizi o andan kopartacak hiçbir şey yapmayacaktık.

Suyun ortasında, el ele tutuşarak bir çember olduk. Gözlerimizi kapattık.

Ben gözlerimi kapatınca sadece çırpan iki bacak ve tutan iki el oldum. Başka her şeyim yok oldu. Bir de nefesim kaldı.

O an içimden koca bir şükür geçti. Ya da her şey bir şükürdü, ben içinden geçtim.

Bunu niye mi anlattım. Siz siz olun, böyle bir anla karşılaştığınızda kıyıya kadar beklemeyin, suya atlayıp o anın bir hücresi olun diye. Çünkü kıyı başka bir yer. Kıyıya yüzmek de başka bir şey. Bunu hep hatırlamak için.

Bunlar, gündelik hayatın içindeyken çok ender yakaladığımız anlar. Nefes çalışmaları işte bu yüzden var, nefesinize odaklanarak sadece var olmanın her şey için yeterli olduğunu hatırlamanız ve bu keyfi yaşamanız için.

Sevgiyle…